Son yazdığım yazının tarihine baktığımda zamanın nasıl çılgınca geçtiğini daha iyi anlıyorum. Yazmak, ama anlamlı bir içerik oluşturarak yazmak ciddi bir konsantrasyon işi ve bir o kadar da kendini başka kaynaklardan ne kadar beslediğinle ilgili. Sevgili Fatoş Karahasan hocam ile (kendisi, kişisel kariyerim için idollerden biridir) yaratıcılık üzerine konuştuğumuz bir derste de benzer bir şeyden söz etmiştik, bir kaç yıl önce… Yaratıcı olabilmek için çok araştırmak, çok okumak, ruhunu da beynini de ve dahası algılarını beslemek gerekli…

İşte şimdi tam da aradaki bu uzun süreye ve kendimi ne kadar beslediğime baktığımda ipin ucunun kaçtığını farkediyorum. İlgilenmem gereken birbirinden farklı o kadar çok şey ile o kadar yoğun zaman geçirdim ki, bu süreç içerisinde her şeyden bir parça ama bakiyede çok fazla beslenip, sindirip de yazıya dökecek zamanı bulamadığımı farkettim. Dolayısıyla aldığım onca besinin büyük bir çoğunluğu sağlıklı bir metobalizmada sindirilemeden, dışarı atıldı, unutuldu… Çok kötü!

Şüphesiz pek çok iş yaptım, pek çok iş bitirdim bunca zamandır. Tek avuntum bu işte “boşa geçmemiş” bir zaman. Ama söyler misiniz “boşa geçmemiş zamanın” tanımı nedir? Bir şeyler üretmiş olmasına, kesinlikle ürettim. İçim rahat mı? Hayır! Çünkü ürettiğimden fazlasını tükettiğim duygusundayım. Sizde de var mı böyle bir duygu?

Aslında, işte bu bir yıla yakın zamandır ne kadar çıldırmış bir tüketim toplumuna dönüştüğümüzü, bireyler olarak da bu tüketimin içinde her şeyi, ürünleri, hizmetleri ama daha önemlisi bilgi ve zamanı nasıl da hızla tükettiğimizi görüyorum. Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarının hayatımızın içinde yer almaya başlamasından bu yana, özellikle anlık paylaşım ve bilgi tüketimi tavan yapmış durumda! Her gün, “evet bunu da okuyacağım”,”şunu da okumalıyım” diye,Twitter’dan kendime attığım e-postaların hesabı yok! Ama asıl kilit soru şu; kaçını gerçekten okuyabildim?! Korkarım %50’den azını… Zamanımı iyi yönetemiyorum desem, değil. Sabahları erken kalkarım, spontane işler girse de araya, günümü çoğunlukla planlarım, planladığım şeyleri bitirmeden de günü bitirmem. Ama sorunum sanırım planlamakta değil, plansız olanlara ve vakit ayrılması gereken diğer şeylere de zaman ayırabilmekte.

Yüksek lisans bitirme projem sosyal medyanın kişisel marka olma üzerine etkilerini inceliyordu. Kişisel marka konusu, önümüzdeki yıllarda önemini daha da artıracak şüphesiz. Ve yaşadığımız ortamı düşünürsek, en “sıradan” insan bile kişisel asistana ihtiyaç duyacak belki de…

Zaman, en değerli şeylerden biri gerçekten. 30’lu yaşlarımda, tabiri caizse en verimli çağımda, yapacak çok şeyimin olduğunun farkındalığı ile doğru işler yapmaya çalışıyorum. Hepimiz gibi.

Bu yazı nerede başladı, nerede bitiyor. Merak etmeden duramıyorum, hayatımızdaki öncelikleri ne belirler? Yolumuzu açan ve bizi hayallerimizle buluşturan duygusal ve sezgisel kararlar mı? Yoksa düpedüz rasyonel ve belki de kapitalist düşünerek mi atmalıyız adımlarımızı? Hani desem ki bizi mutlu eden şeylerin bedeli ne olmalıdır? İnsanlık tarihinin cevabı en çok aranan sorusunu mu sormuş olurum?

 

Edit: Bu yazıyı bir kaç ay önce yazmıştım aslında, ancak “hosting”den kaynaklı bir sebeple, tüm içerik uçtu ve eski bir back-up’la geri alabildik. Neyseki bu yazının bilgisayarımda bir kopyası varmış. Olmayanlarsa uçtu gitti ama işte doğrular, yanlışlar, yapılan hatalar, unutulan atlanan şeylerle bile, her yeni gün, yeni bir öğrenme fırsatı içeriyor ve ben her yeni öğrendiğim şey ile yaşadığımı hissediyorum. Boşa geçmeyen bir hayat yaşamamız dileği ile…