İddialı bir başlık oldu, farkındayım, ben kurtaracağım, gibi bir ukalalığım da yok elbet. Velakin, son zamanlarda, sigorta sektörünün içinden-dışından, hiç okumadığım kadar çok araştırma raporları, makaleler, inovasyon hikayeleri okuyorum. “Sektörü bıraktım ama sektör beni bırakmadı” derken, haklıymışım galiba, gittikçe bu sektörün “markalama” ve “markalaşma” konularına eskisinden çok daha fazla akıl yormaya, düşünmeye, fikir bulmaya çalışmakla geçiyor zamanım… Üstelik eskiden “sıkıcı” bulduğum bu alanın ve alanda yer alan şirketlerin gerçek anlamda “markalaşabilme olasılığı” heyecan vermeye başladı. Bir nevi zoru başarma arzusu… Sektörde ismi ile yer yapmış, pazar payından büyük dilimler alan şirketler dahi “marka” değil derinlemesine düşündüğümüzde. Prim üretimleri, bilinirlikleri yüksek şirketler pek çoğu ama marka değiller… Pazar payı ve bilinirlik, tek başlarına olduğunda şirketleri marka yapmıyor ve günümüz dünyasında da zahir yetersiz kalıyor. Sigorta sektörü gibi bir sektörde özellikle, markanın konumlandırılması ve algının yönetimi, müşterinin kazanılması, sadakati, sürekli, sürdürülebilir bir ilişki ile varlığını korumak hiç de kolay bir iş değil.
Sigorta sektörü gerçekten de pek çok sektörden ayrışan bir özellik taşıyor malum. Hizmet özelliği ile ürünlerden, finansal hizmet özelliği ile hizmetlerden ve 5 duyu ile algılanabilir bir ürün sunmadığımız için de finansal hizmetler içinde bankalardan ayrışıyor. Dolayısıyla sigorta müşterisi, konumu ve beklentileri ile, bizim “bildiğimiz” müşterilerden ayrışıyor.
Pek çoğumuz sanıyoruz ki, hasar ödemelerimi zamanında yaparsam, operasyonumu hızlı gerçekleştirebilirsem, müşterimi kazanırım. Satış yaparım, prim üretimlerim artar. Hasar prim oranlarımı ve müşteri/ acente segmentasyonumu doğru yapabilirsem, daha fazla kar elde ederim. Böyle de yürür, giderim. Çok amiyane oldu anlatımım ama sektördeki genel davranış ve algı, böyle. Maalesef, demeli belki de. Pazar payından büyük kısmı paylaşan birkaç şirketten başka kaçı, ki onlar da aslında tam bir konumlandırma içinde değil bence, reklam yatırımları ile bilinirliklerini arttırıp, hasar ödemeleri ve/veya acente yaygınlıkları ile yapıyorlar satışlarının çoğunu. Gerçek anlamda bir konumlandırma ile iş stratejileri geliştiren, sektöre yenilikler, yeni bakış açısına sahip yaklaşımlar getiren şirket pek az. INSIGHT, bakış açısı ile bakabilen şirketlerin bir kaç adım öne geçeceği bir gerçek! Ama bakıldığında herkes büyümek istiyor, herkes karlılık hedefliyor.
Uzun vadede kaçının varlığını sürdürebileceğini, kaçının birleşme yolu ile yok olup olmayacağını, kaçının güçlü bir marka olmayı başarabileceğini gerçekten çok merak ediyorum. Liderleri olmayan, sadece yöneticileri olan her şirket, her iş (tüm sektörler için bu lafım) belirli bir dönem ticari başarıdan sonra varlığını yitirecektir, diye düşünüyorum. Öyle ya, tüketicinin artık “ne verilirse onu kabul etMEme (consumer enpowerment)” dönemini yaşadığı ve üstelik mal/ hizmet her şeyin çok çeşitlendiği, alternatifin çok olduğu, kolay ulaşılabilir, kolay taklit edilebilir bir tüketim dünyasında, müşterimiz bizi neden tercih etsin? Ya da ölçülebilir eşdeğerleri arasında, fiyatımız daha fazla olsa dahi, bizim ürünümüzü/hizmetimizi satın almayı neden kabul etsin? Satın alma davranışları artık “ihtiyaç” bazında değilken üstelik… Satın alma davranışlarının pek çoğu artık “tatmin, kendini iyi hissetme” bazında şekilleniyorken, teknoloji üretimden, dağıtıma kadar her süreci kısaltıp, kolaylaştırıyorken, taklit artık bu kadar çabuk ve kolay yapılabiliyorken, küresel bir dünyada varlığımızı nasıl sürdürürüz? Pazarlanabilir rekabetçi avantajımız var mıdır?
Marka konumlandırmadan, pazarlama iletişim ve satış stratejilerine kadar aklımda pek çok fikir (uygulanabilirlikleri tartışılabilir ama imkansız diye bir şey yoktur, mottosu ile bakıyorum hayata) var kimi üzerinde daha fazla düşünüp, olgunlaşmayı bekliyor, kimi de üzerinde tartışıp hayata geçmeyi, yapmak için müthiş bir enerji ve heyecan da var ama… Ama! :)